ÖZET
Prostat kanseri erkek popülasyonunda kanserden ölümlerin en sık ikinci nedenidir. Özellikle metastazlı veya metastazsız kastrasyon dirençli prostat kanseri hastalarında kür tedavi seçeneği bulunmamaktadır. Günümüzde kastrasyon dirençli prostat kanseri olgularında tedavide Dozetaksel, Paklitaksel ve Doksorubisin gibi kemoterapotik ajanlar kullanılmaktadır. Ancak bu ilaçların yan etkilerinden ve gelişen ilaç direncinden dolayı bazı kısıtlamalar yaşanmaktadır. Bu anlamda etkili tedavi seçeneklerine aşırı derecede ihtiyaç bulunmaktadır. Nanoteknoloji; fizik, kimya, biyoloji ve malzeme bilimleri gibi birçok bilim dalının multidisipliner yer aldığı, nano boyutta ve çeşitli görevler üstlenebilen yeni malzemeler üretmeyi amaçlayan teknoloji alanı olarak tanımlanmaktadır. Basitçe nanoteknolojiyi, büyük işleri küçük şeylerle yapmaya olanak sağlayan bilim dalı olarak tanımlayabiliriz. Çeşitli görevler için programlanabilen nanopartiküller ile halihazırda teori aşamasında olan akla hayale sığmayan yenilikler bir bir gerçeğe dönüşmektedirler. Bu avantajlarıyla nanoteknoloji tıp dünyasında da ve dolayısıyla üroloji alanında da kendine geniş çaplı yer bulmaya başlamıştır. Özellikle Dozetaksel ve Doksorubisinin nanopartikül formlarının kullanıldığı çok sayıda preklinik ve klinik çalışma yürütülmektedir. Bunun yanında, ‘Nano ilaç koruma’ kavramı ortaya atılmıştır ve bitkisel ürünlerin prostat kanseri üzerinde koruyucu etkinliğini araştıran geniş çapta çalışmalar da yürütülmektedir. Bu derlemede, nanoteknoloji ve nano ilaç koruma kavramının yanında prostat kanseri tedavisinde umut vadeden nanoprototiplerin klinik gelişimleri güncel literatür bilgilerinin de ışığında tartışılacaktır.
Giriş
Prostat kanseri erkeklerde en sık görülen kanser türüdür ve erkeklerde kanserden ölümlerin en sık ikinci nedenini oluşturmaktadır. Kitlesel bilinç düzeylerinin artması ve sağlık tarama hizmetlerinin yaygınlaşmasıyla beraber prostat kanseri daha erken evrede tanı konulur ve daha sorunsuzca tedavi edilir hale gelmiştir. Erken evrede yakalanan prostat kanseri için temel tedavi seçeneği eğer hastanın cerrahiye engel komorbiditeleri yoksa açık, laparoskopik veya robotik radikal prostatektomidir. Ancak, eğer engel komorbiditeleri varsa bu durumda tedavi seçenekleri olarak aktif izlem, radyoterapi, hormonal tedavi ve yeni lokal ablatif tedavi yöntemleri (Kriyoablasyon, HİFU vs.) devreye girmektedir. Ancak prostat kanseri hastalarının bir kısmı bu denli şanslı olamamaktadırlar. Sürecin ilerlediği bir grup hasta kastrasyona dirençli hale gelmektedir ve burada tedavi anlamında sorunlar yaşamaktadır. Prostat kanseri tedavisinde asıl uğraştırıcı hasta grubu Kastrasyona Dirençli Prostat Kanseri (KDPK) grubudur. Bu hastalarda tedavi seçenekleri oldukça sınırlıdır ve mevcut tedavilerin etkinlikleri, yarar-zarar oranları ve sağ kalıma etkileri ürologları ve onkologları yeni tedavi seçeneklerini aramaya zorlamaktadır. KDPK hasta grubunda temel tedavi seçenekleri olarak antiandrojen maniplasyonu, östrojen tedavisi, endokrin yolakların farklı basamaklarına etki ederek hormonal tedaviye yanıtı devam ettirmeyi amaçlayan abirateron ve enzelutamid gibi ajanlarının kullanımı, dosetaksel ve mitoksantron gibi kemoterapotiklerin kullanımı ve Spilusel gibi immünoterapotik ajanların kullanımı öne çıkmaktadır. KDPK hastaları için kullanılan bütün bu tedavi yönetimleri bir aşamada intrinsik/kazanılmış ilaç direnci ve/veya doz sınırlayıcı yan etkiler nedeniyle başarısız olmaktadırlar. Tedavi edici olmaktan ziyade sadece sağ kalım süresini biraz uzatabilmektedirler. Eğer hastada kemik metastazları gelişmişse tedaviye bifosfonatlar eklenmekte ve tedavi edici olmasa bile hastanın yaşam kalitesi arttırılmaya çalışılmaktadır (1).
Anlatılan KDPK hasta grubunda tedaviler ile tatmin edici sonuçlara ulaşılamadığı için bu alanda yeni ilaç çalışmaları ve mevcut ilaçların formları üzerinde araştırmalar yoğun olarak devam etmektedir. Bu anlamda aktif olarak kullanılmaya başladığı 1990’lı yılların ortasından itibaren her alanda teknolojik gelişmenin içerisinde kendisine yer bulan nanoteknoloji ürolojik hastalıklar alanında da tanı ve tedavi teknolojisinde de yaygın olarak çalışılmaya başlanmıştır (2). Nanoteknolojinin üroloji dünyasında kendisine önemli yer bulduğu hastalıklar olarak başta ileri evre prostat kanserinde medikal tedavi, mesane kanserlerinde intravezikal tedavinin etkinliğinin arttırılması, her türlü medikal tedaviye direnen interstisyel sistit/pelvik ağrı sendromu ve erektil disfonksiyon tedavisi göze çarpmaktadır (3).
Bu derlemede prostat kanserinin tedavisinde nanoteknoloji uygulamalarının neler olduğu ve neler olabileceği sorusuna yanıtlar literatür bilgilerinin ışığında irdelenmeye çalışılacaktır.
Nanoteknoloji Nedir?
‘Nanos’ Yunanca kökenli bir kelimedir ve anlamı ‘Cüce’dir. Bir nanometre metrik sistemde bir birim olarak 10-9 metre olarak kabul edilmektedir. Nanoteknoloji de fizik, kimya, biyoloji ve malzeme bilimleri gibi bir çok bilim dalının multidisipliner yer aldığı, nano boyutta ve çeşitli görevler üstlenebilen yeni malzemeler üretmeyi amaçlayan teknoloji alanı olarak tanımlanmaktadır. Nanoteknolojinin gündeme gelişi aslında Nobel ödüllü fizikçi olan Richard Feynmann’ın 1959 tarihli Amerikan Fizikçileri Derneği’nin yıllık kongresinde ‘’There is plenty room at the bottom (Aşağıda daha çok yer var)’’ isimli o ünlü konuşmasına kadar dayanmaktadır. Bazı bilim adamları nanoteknolojiyi kuantum fiziği gibi yeni bir paradigmal açılım olarak değerlendirmekle beraber hali hazırda çoğu teori aşamasında olan akla hayale sığmayan yenilikler nanoteknoloji ile bir bir gerçeğe dönüşmektedirler (2). Bu alandaki gelişmeler 1990’lı yıllardan itibaren ivme kazanmaya başlamıştır ve teknolojinin iç içe olduğu her alanda kendisine yer bulmuştur. Nanoteknoloji özetle büyük işleri çok küçük maddeciklerle yapma sanatıdır.
Nanopartiküller ve Nanopartiküllerin Hedef Dokuya Yönlendirilme Yolları
Tıpta kullanılan çeşitli nanopartiküller vardır ve bunların temel olarak görevi istenilen dokuya pasif ve/veya aktif yolla tanı veya tedavide kullanılacak (bazen her ikisini birlikte taşıyan) maddeleri taşımaktır. Bu görevi yaparken yapısında oluşturulan bir takım modifikasyonlarla bu yüklü nanopartiküller vücut tarafından yabancı ve tehlikeli bir dış etken olarak algılanmamakta ve belki de kemoterapotiklerle ilgili temel sorun olan normal hücrelere girmeden sadece hastalıklı hücrelere ve dokulara yönlendirilmektedirler. Bu nanopartiküller temel olarak organik ve inorganik kökenli olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar. Organik kökenli olanlar arasında polimerler, lipozomlar, dendrimerler, altın tanecikleri, demir oksit tanecikleri ve karbon tüpler bulunmaktadır. İnorganik kökenli olanlar arasında kuantum noktaları, silikonlar bulunmaktadır. Bu taneciklerin her birinin kullanım alanları farklıdır. Prostat kanserinin tedavisinde bunlardan özellikle lipozomlar ve polimerlerle ilgili çalışmalar ağırlıktadır (4).
Geleneksel olarak ilaçlar vücutta nonspesifik olarak dağılmaktadırlar ve kanserli dokularda olduğu kadar normal dokularda da hasar yaratarak ciddi yan etkilere neden olmaktadırlar. Kanser tedavisiyle ilgili temel iki sorundan biri olan yan etkilerden dolayı doz kısıtlayıcı etki böylece ortaya çıkmaktadır. Hedef dokuda istenilen tedavi edici düzeye çıkamamak da kanserin yeterince tedavi edilememesine neden olmaktadır. Günümüzde bu sorunun aşılabilmesi için moleküler olarak hedeflenmiş tedavi yolları aranmaktadır ve bu konuda yapılan çalışmalar umut vaat etmektedirler. Hedeflenmiş tedavi seçenekleri içerisine son yıllarda nanoteknolojiyle işlenmiş kemoterapotikler girmeye başlamıştır (5,6). Bir ilacı etki gösterilmesi istenilen dokuya göndermek için pasif ve aktif olmak iki hedefleme şekli bulunmaktadır.
Pasif hedeflemede tümörün vücutta oluşturduğu histopatolojik ve biyokimyasal farklılıklardan faydalanılmaktadır. Bunlardan en bilinenleri; 1. Tümörün kendine ait oluşturduğu damarlarda permeabilite ve retansiyonun artmış olması, 2. Tümörün yüksek metabolik hızı nedeniyle artmış glikolizden kaynaklanan mikroçevresinde oluşan asidik pH, 3. Tümörün yüksek metabolik hızı nedeniyle demir gereksiniminin artması ve dolaşımdaki transferrinleri kendine çekmesi. Bu özelliklerden faydalanılarak nanopartiküllere yüklenmiş ilaç molekülleri normal dokularda ekstravaze olamayacakları büyüklükte iken patolojik dokulara ekstravaze olabilmekte, pH duyarlı nanopartiküllere yüklenmiş ilaçlar sadece asidik pH olan dokularda çözülmekte ve transferrin eklenmiş nanopartiküle yüklenmiş ilaçlar patolojik dokulara ‘Truva atı’ misali alınmaktadır. Burada ayrıca ilaç yüklü nanopartiküller biyouyumlu organik yapılarla kaplanarak vücut tarafından yabancı madde olarak algılanmamakta ve fagositozdan korunmaktadır (7,8).
Aktif hedeflemede temel strateji tümör hücrelerinin yüzey antijenlerini ve reseptörlerini hedef alan etkinliğe sahip nanocihazlar üretmek ve bunlara da gerekli ilaçları yüklemektir. Burada temel sorun hedeflenecek yüzey antijeni ve reseptörün sadece o tümöre özgün olması ve vücutta normal hücrelerde bulunmaması ve salgılanmamasıdır. Ayrıca bu hedeflerin hücre yüzeyinde asılı kalması ve kan dolaşımına serbest olarak dağılmaması da gereklidir (9,10).
Prostat kanserinde araştırılan hücrelerde bulunan yüzey antijenleri ve biyobelirteçler şu şekilde özetlenebilir (Tablo 1) (11). Prostat kanserinde aktif hedefleme denildiği zaman tanısal ve terapotik amaçlarla hedeflenebilecek önemli bir yapı olan Prostat Spesifik Membran Antijen (PSMA) zaten bulunmuştur ve bu konudaki çalışmalar da bir tip 2 glikoprotein olan bu antijen üzerinde yoğunlaşmaktadır. PSMA sadece prostatik kanser hücreleri tarafından salgılanmaktadır ve buna afinitesi olan bir nanopartikülün ilaçla yüklenmesi ile oluşturulacak tedavinin çok olumlu sonuçlar vereceği aşikardır (12,13).
Bu esaslara göre ilaç yüklü nanopartiküller hem pasif hem de aktif hedeflemeyi kullanarak tümör hücreleri içerisinde yüksek konsantrasyonlara erişerek normal dokularda yan etki yapmadan yüksek etkinlik gösterebileceklerdir.
Nanoteknoloji ve Prostat Kanseri: Besin Takviyeleriyle Tedavi Yaşam süresinin ve yaşlı erkek nüfusunun artması ile birlikte yaygınlığı ve dolayısıyla önemi de artan prostat kanserinin tedavisi yanında yüksek riskli grupta olanları koruyabilmek ve ilaçlara destek olabilmek adına bazı bitkisel ürünler üzerinde de çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. İlaçla koruma kavramı adı altında bu doğal ürünlerin ekstraktları ilaç haline getirilip riskli gruba besin takviyesi olarak önerilmeye başlanmıştır. Riskli grup olarak değerlendirilen popülasyonda ailevi prostat kanser öyküsü olanlar, yükselmiş PSA değeri olanlar, yüksek PSA değerlerine karşılık biyopsi sonucu negatif çıkanlar ve biyopsi sonucu HG-PIN çıkanlar yer almaktadır (14). Prostat kanserine karşı koruyucu olduğu ve prostat kanseri olduğu zaman da tedaviye destek olduğu düşünülen ve bu konuda üzerinde birçok araştırma bulunan birkaç tane diyet içeriği bulunmaktadır. Bunlar arasında en çok araştırılanları ve ilaç olarak kullanılanları yeşil çay ve ekstreleri, resveratrol ve kurkumindir. Bu besin takviyeleri ile ilgili her ne kadar çok çalışma olsa da ilaç endüstrisinde maddi getirisi düşük olacak bu tedavi metodlarına ilgi ve dolayısıyla destek tahmin edilebileceği üzere fazla değildir. Bu durum da bu tedavi seçeneklerinin yeterince hızlı gelişmesinin önünde esas engeldir.
Yeşil çay, ‘Camellia Sinensis Theaceae’ isimli bitkiden elde edilen ve prostat kanseri de dahil olmak üzere bir çok kanser türüne karşı iyi geldiği çeşitli araştırmalarla saptanan önemli bir bitkisel özdür (15,16). Yeşil çayda kateşin olarak da bilinen polifenoller olan epikateşin, epikateşin-3-gallat ve epigallokateşin-3-gallat (EGKG) ayrıntılı olarak çalışılmıştır (17). Bunlardan da özellikle EGKG’nin prostat kanserinde hem koruyucu hem de tedavi edici etkinliği olduğuna dair çalışmalar yapılmaktadır. Ancak burada da temel problem bu etken maddeyi hedef dokuya yeterli miktarda götürmektir. EGKG’nin nanoteknoloji kullanılarak koruyucu ve tedavi edici olarak kullanıldığı çalışmalara baktığımızda çok çeşitli formlarda vücuda verildiğini görmekteyiz. Khan ve ark.’nın çalışmalarında EGKG’yi polilaktik asit polietilen glikol (PLA-PEG) ile enkapsüle ederek in vivo ve in vitro şartlarda prostat kanseri hücrelerine verdiklerinde enkapsüle olan formun olmayana kıyasla 10 kat daha fazla proapopitotik ve anjiogenez inhibitör etkinliğinin olduğu tespit edilmiştir (18). Yine PSMA’nın prostat kanseri tedavisinde nanoteknoloji için iyi bir aktif hedef olduğu tespit edildikten sonra PLGA-PEG yüzeye sahip EGKT yüklü nanopartiküller düşük molekül ağırlıklı organik yapılarla PSMA’ya karşı afinite kazandırıldıktan sonra vücuda verildiklerinde prostat kanseri hücrelerinde yüksek düzeylerde toplandığı tespit edilmiştir. Ancak bu konudaki çalışmalar henüz emekleme aşamasındadır ve koruyucu, tedavi edici EGKG dozları bilinmemektedir (19).
Resveratrol (3,5,4’trihidroksistilben) üzüm, kırmızı şarap, çilek ve fıstıkta bulunan antioksidan bir fitoaleksindir. Bu maddenin özelliği kanser dahil bir çok hastalıkta önleyici ve tedavi edici niteliğe sahip olmasıdır. Çeşitli erken klinik faz 1 çalışmalarda bu maddenin farmakokinetik, farmakodinamik, güvenlik özellikleri ve nanoteknolojiye uygunluğu çalışılmaktadır (20,21).
Kurkumin veya diğer adıyla diferulolmetan ‘Curcuma Longa’ isimli bitkiden elde edilen biyoaktif bir polifenoldür. Birçok invivo ve invitro çalışmada Kurkumin’in prostat kanserinde antiproliferatif, antiinvazif, antianjiojenik ve apopitotik etkinliğinin olduğu gösterilmiştir (22,23). Doz standardizasyonu bu tür bitkisel tedavilerde zor olsa da 180 mg’ye kadar günlük dozda 4 haftalık tedavinin herhangi bir toksisite yaratmadığı klinik çalışmalarda kanıtlanmıştır. Ancak tedavi edici dozun ne olduğu bilinmemektedir (24). Narayanan ve ark. Resveratrol ve Kurkumin’i kombine ederek lipozomla enkapsüle ederek biyoyararlığını arttırmayı amaçlamış ve çalışmalarında hücre büyümesinin inhibe edildiğini ve apopitozisin indüklendiğini ve farelerde prostatik adenokarsinomun belirgin olarak azaldığını göstermişlerdir (25). Yine Thangapazham ve ark. PSMA’ya karşı antikorlarla döşenmiş lipozomla enkapsüle ettikleri Kurkumin’i verdikleri çalışmalarında prostat kanseri tedavisinde önemli sonuçlar aldıklarını çalışmalarıyla göstermişlerdir (26). Kurkumin’in nanoteknolojiyle birleştirildiği diğer çalışmalarda nanopartikül olarak PLGA, manyetik nanopartiküller ve dendrimer bazlı nanoformülasyonlar da çalışılmıştır ve halen çalışılmaktadır (27).
Nanoteknoloji ve Prostat Kanseri: Kemoterapotiklerle Tedavi
Nanokemoterapotik olarak adlandırılan ilaçlarla ilgili çok fazla sayıda preklinik ve az sayıda da klinik çalışma bulunmaktadır. KDPK’ye yönelik ilaçlarla olan çalışmalar tabi ki en fazla yeri tutmaktadır. Bu anlamda çalışılan ilaçlar arasında Doksorubisin, Dozetaksel, Paklitaksel, Gemsitabin ve Mitoksantron yer almakta ve bu ilaçların da kendi aralarında çeşitli kombinasyonları denenmektedir (28).
Bilindiği üzere KDPK’de tedavide ilk denenen tedavilerden bir tanesi de Mitoksantron + prednizon kombinasyonudur. Daha sonra yapılan çalışmalarda Dozetaksel’in sağ kalıma 2 ay fazla etkisinin olduğunun bulunmasıyla beraber tedavi rejimi bu ilaca kaymıştır. Sonrasında yapılan birçok çalışmada sonucu çok değiştirebilecek, hastalığa kür olabilecek tedaviler bulunamamıştır. Belki de bu kemoterapotikler kanserli hücrelere makul yan etkilerle yeterli dozajda girebilse ve ilaç direncinden etkilenmese sonuçlar çok daha olumlu olabilecektir.
Nanokemoterapotiklerle tedavide çalışmalar Dozetaksel ve Doksorubisin üzerinde yoğunlaşmakla beraber diğer moleküller de denenmiştir. Dozetaksel, PEG ile enkapsüle edilmiş ve PSMA’ya karşı antikorlarla döşenmiş nanopartiküller içerisine konulmuş ve bu şekilde in vivo ve in vitro preklinik çalışmalarda denenmiştir. Bu çalışmalarda kanserli hücreler içerisine düşük yan etkilerle yüksek dozlarda ulaşabildiği izlenmiştir (29,30). Chandran ve ark. PEG ile poli kaprolaktonu kombine ederek oluşturdukları nanopartiküllere üre bazlı PSMA analoglarını yerleştirip içerisine Dozetaksel’i koyarak deneysel çalışmalarda bulunmuşlar ve umut vaat eden sonuçlar almışlardır (31). Kemoterapotiklerle yapılan çalışmalarda çoğunlukla başarıyla kullanılan lipozomlar şaşırtıcı bir şekilde Dozektaksel için kullanılmamış ve bununla ilgili çalışmaların yapılması hala beklenmektedir (28). Dozetaksel’in nanoteknolojiyle buluştuğu en önemli proje olarak BIND-014 adı altında Langer ve Farokhzad tarafından geliştirilmiştir. BIND-014 temel olarak Dozetaksel içeren PSMA hedeflenmiş organik nanopartikül olarak tanımlanmaktadır. Preklinik hayvan modellerinde BIND-014 ile nanopartikül içerisindeki Dozetaksel aynı doz serbest Dozetaksel’e göre hedef dokuda çok yüksek tolerabilite ile 10 kat fazla ulaşmış ve antitümör etkinlik göstermiştir (29). Aynı proje kapsamında alanında öncü bir nanopartikül olan AccurinTM piyasaya sürülmüştür. Bu nanopartikülün özelliği doku, hücre ve moleküler hedefleme mekanizmalarını aynı anda barındırabilmesi ve kullanılacağı kanser türüne göre uygun ilaçla yüklenilerek maksimum tedavi etkinliğine ulaşılabilmesi olarak belirtilmektedir. Ancak bu nanopartikülle ilgili prostat kanserine yönelik yeni çalışmalara ihtiyaç vardır (5,29).
Doksorubisin, KDPK’de kullanılabilen yüksek etkinliğe ve ciddi kardiyotoksisiteye sahip olan antrasiklin grubu bir kemoterapotiktir. Bu yan etkisinden dolayı kullanımı sınırlanmakta ve tedavi edici doza ulaşılamamaktadır. Özellikle lipozomal nanopartiküllerle bu molekül üzerinde ciddi çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmaların bir kısmı hali hazırda Kaposi sarkomu, meme kanseri, over kanseri ve multipl myeloma tedavisinde onay almış ve DoxilTM, CaelyxTM ve MyocetTM adlarıyla çeşitli formlarda piyasaya sürülmüştür (30,31). Pasif hedeflemeli lipozomal Doksorubisin’in kullanıldığı in vivo modellemelerde prostat kanseri tedavisinde birbirine zıt sonuçlar çıkmıştır. İki çalışmada tümör büyümesinde belirgin bir inhibisyon gözlenmiş ancak bir tanesinde herhangi bir etki görülmemiştir (32,33,34).
Özellikle lipozomal Doksorubisin’le ilgili umut vaat eden preklinik çalışmalar olduğu için bu konuda klinik çalışmalara da başlanmıştır. Bu konu üzerinde hali hazırda devam eden birçok klinik faz 1 ve faz 2 çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalarda PEG’li olan ve olmayan lipozomal Doksorubisin kullanılmaktadır (35,36) (Tablo2). Hatta bir kısmında monoterapinin yanında Dozetaksel ile kombine formunun da etkinliği araştırılmaktadır (37). Bu çalışmaların ilk sonuçlarına göre 3 çalışmada serum PSA düzeyinde %50’den fazla azalma olmasının klinik yanıt olarak kabul edilmiştir. Buna göre McMenemin ve ark. metastatik KDPK olan 14 hastadan 4 tanesinde PEG’li lipozomal Doksorubisin ile klinik yanıt tespit etmişlerdir. Yine Flaherty ve ark. PEG’li olmayan lipozomal Doksorubisin’le yanıt izlemediklerini belirtmişlerdir. Bu iki çalışma sonuçları beraber olarak değerlendirildiğinde PEG’li lipozomal Doksorubisin grubunda 18/88 (%20) klinik yanıt gözlenirken PEG’li olmayan lipozomal Doksorubisin grubunda 10/77 (%13) klinik yanıt gözlendiği tespit edilmiştir. Doksorubisin’in Dozetaksel ile kombinasyonunun sinerjistik etki, yapacağı hipotezi ile yola çıkan klinik bir çalışmada prostat kanserli hastaların %50’sinde PSA azalması tespit edilmiştir (35,36). Yine diğer bir klinik çalışmada Dozetaksel’in tek başına kullanıldığı hasta grubunda %45-48 oranında PSA düşüşü izlenmesi Doksorubisin’le ilgili şüpheleri de beraberinde getirmiştir (38). Bu çalışmalarda klinik yanıtlar yanında nanoteknolojinin getireceği varsayılan ve hedeflenen yan etki profilleri de değerlendirilmiştir. Burada serbest Doksorubisin ile enkapsüle lipozomal Doksorubisin karşılaştırılmış ve Doksorubisin’e ait doz kısıtlayıcı bütün yan etkilerde (kardiyotoksisite, miyelosüpresyon, cilt ve mukozal toksisiteler-el ayak sendromu da dahil-) lipozomal Doksorubisin lehine anlamlı oranda azalma tespit edilmiştir (28). Bu durum ileride lipozomal Doksorubisin’le prostat kanseri tedavisinde çok sık karşılaşacağımız öngörüsünü de doğurmaktadır.
KDPK’de nanopartiküllerle tedavide Paklitaksel de denenen kemoterapotiklerden bir tanesidir. Bir preklinik çalışmada Paklitaksel transferrin ile konjuge edilmiş bir nanopartikül içerisine konularak enkapsüle edilmiş ve bunun sonucunda sitotoksisitesi serbest forma göre 5 kat daha az olarak bulunmuştur. Hayvan çalışmalarında Paklitaksel’in transferrin ile konjuge edildiği nanopartiküller ile tümör içerisine direk enjekte edilerek gösterdiği etki sadece nanopartikül içine konduğu şekle kıyasla çok daha fazla olarak bulunmuş ve çok yüksek sağ kalım göstermiştir (39). İlginç ve önemli bir çalışmada prostat kanseri hücrelerinin fazla miktarda HER-2 reseptörü salgılamasını esas alarak HER-2’yi hedef alan monoklonal bir antikor olan Herceptin ile kombine edilen Paklitaksel tedavisi ile tümör büyümesinin inhibisyonunda çok olumlu sonuçlar alınmıştır (40). Özellikle bu kanaldan ilerleyecek klinik çalışmaların ileri evre prostat kanseri tedavisinde çığır açacak sonuçlar doğurması muhtemeldir. Paklitaksel’in lipozomal nanopartiküllerde kullanıldığı diğer çalışmalarda sonuçlar yukarıda bahsedilenler gibi olumlu sonuçlar oluşturmamıştır ve hayal kırıklığına uğratmıştır. Fare ksenograft modellemelerinde ciddi kilo kaybı ve sistemik yan etkiler gözlenmiştir (41).
Bir nükleozid analoğu olan Gemsitabin’in lipozomal nanopartiküllerle kullanıldığı formu birçok kanser türü için denenen bir tedavi stratejisidir. Burada lipozomal Gemsitabin serbest olana göre 45 kat düşük bir dozajla (8 mg/kg/hafta-360 mg/kg/hafta) potent antitümör dozuna ulaşmıştır ve bu sonuç umut vericidir. Ayrıca lipozomal Gemsitabin’le lenf nodu metastazlarında anlamlı oranda düşmeler saptanmıştır (42,43). Lipozomal yolla denenen diğer bir antikemoterapotik ajan olan Mitoksantron’la prostat kanseri büyümesinde inhibisyon izlenmekle beraber serbest Mitoksantron tedavisi ile kıyaslanmamış olması bu çalışmanın handikapı olarak değerlendirilmektedir (44).
Lipozomal Doksorubisin’in radyoterapi veya düşük frekanslı ultrason kombine edilerek etkinliği arttırılmaya çalışılmıştır. Bunlarda kombinasyon tedavisi ile antitümör aktivitesinde artma izlenmiştir (45).
Kemoterapotiklere ek olarak ileri evre prostat kanseri tedavisinde sıklıkla kullanılan bifosfonatların da lipozomlarla konjuge edilerek etkinliklerinin arttırılması amaçlanmıştır. Burada hipotez serbest olarak verilen bifosfonatların tümör çevresinden tümör ilişkili makrofajların salınımına neden olması ve bu makrofajların da tümör ilişkili inflamasyona sebep olarak VEGF, EGF ve MMP-9 gibi inflamatuvar faktörlerin salınımına neden olması ve sonuçta da bu inflamatuvar sürecin tümör progresyonuna neden olması gösterilmiştir. Lipozomal formatta verilen bifosfonatların bu süreci etkilememesi ve inflamasyona neden olmayarak tümörün ilerlemesine neden olmaması hedeflenmiştir. Bu çalışmalarda da preklinik düzeyde de olunsa kısmen başarılı olunmuştur (20,46).
Tartışma
Gelecekte Bizi Neler Bekliyor ?
Dünya erkek nüfusunun giderek yaşlanmasına ve endüstriyelleşme düzeyinin artmasına ikincil olarak görülme sıklığı gün geçtikçe artan prostat kanseri çok muhtemeldir ki gelecekte de önemli bir toplum sağlığı problemi olmaya devam edecektir. Günümüzde erken evre prostat kanserlerinde tedavi seçeneği olarak radikal prostatektomi çok başarılı bir yöntemken ileri evre prostat kanseri olgularında böyle net ve etkin bir seçenek bulunmaması ciddi bir handikaptır. Mevcut medikal ve radyasyon tedavilerinin etkinliğinin çok sınırlı olduğu bu grupta nanoteknoloji ile hedefe yönlendirilecek tedaviler ileride bu hastalığı da ürologlar ve onkologlar açısından korkutucu bir durum olmaktan çıkarabilmesi olasıdır. Birçok kanser hücresinin olduğu gibi prostat kanseri hücrelerinin de zaafları bulunacak, sadece bu hücrelerin salgıladığı ve sahip olduğu reseptörler, antijenler vs. tespit edilecek ve bunlara yöneltilmiş nanobotların taşıdığı ilaçlar özellikle tedavide yetersiz kalınan KDPK hasta grubunda arzu edilen sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaklardır. Prostat kanserinde sadece tedavi olarak değil, çok erken tanı ve koruyucu tedavi anlamında da birçok gelişmeler yaşanabilecektir. Yine üzerinde çalışmaların hala yoğun olarak sürdüğü yeşil çay özü EGKG, resveratrol ve/veya kurkumin gibi doğal ürünlerde tedavi edici form ve doz belirlenecek ve prostat kanseri daha oluşmadan yok edilecek ve çok ütopik gibi görünse de eradike edilebilme ihtimali doğabilecektir. Şu an sahip olduğumuz ama yan etkileri ve ilaç direnci nedeniyle de yeterince iyi kullanamadığımız Dozetaksel, Doksorubisin ve/veya Paklitaksel gibi kemoterapotik ilaçların nanopartikül formlarıyla ilerlemiş olgularda KDPK olgularında kür sağlama şansına sahip olabileceğiz belki de. Bütün bunlar bugün için hayal ürünü gibi görünse de sadece cep telefonlarının 2000’li yılların başından itibaren geçirdiği evrim göz önüne alındığında bütün bu bahsedilenlerin hayal ürünü olmadığı ve gerçekçi birer öngörü olduğu muhakkaktır.
Konsept: Ali Furkan Batur Dizayn: Ali Furkan Batur Veri Toplama veya İşleme: Ali Furkan Batur, Kerem Gencer Kutman, Mustafa Suat Bolat Analiz veya Yorumlama: Ali Furkan Batur, Kerem Gencer Kutman, Mustafa Suat Bolat Literatür Arama: Ali Furkan Batur, Kerem Gencer Kutman, Mustafa Suat Bolat Yazan: Ali Furkan Batur Çıkar Çatışması: Yazarlar bu makale ile ilgili olarak herhangi bir çıkar çatışması bildirmemişlerdir. Finansal Destek: Yazarların finansal desteği yoktur.